İnsanların toplum olmaktan uzaklaştırılmış olan mevcut dünya yaşayış sisteminde buna bağlı olarak en fazla tahrif edilmiş olgunun kavramlar dünyası olduğu söyleyebiliriz. Öyle ki başlığımızda da kullanılmış olup, özgür yaşamın olmazsa olmaz kavramlarından olan kültür ahlak ve politika kavramları bu olumsuz yönelimden en çok nasibini alanlardan bazıları olduğunu söylemek abartı olmaz. Bunun hem sistemler hem de toplumlar açısından önemli nedenleri vardır. Bu nedenler aynı zamanda bizlere devlet ve toplum açısından önemli bir tarihi arka plan sunar.
Bir kavramın öz anlamı irdelenirken o kavramın insan toplulukları tarafından ortaya çıktığı dönem ve koşullar dikkate alınmalıdır. İnsanların toplum olarak ürettiği her şeyde tartışmasız olarak bir ham olma durumu söz konusudur. Bu üretkenlik önemli ölçüde ihtiyaçlar temelinde gerçekleşmiştir. ’Toplum‘ olarak tanımladığımız kavram, yaşam açısından insanlar arası ilişkilerin bireysel çıkardan ziyade topluluk ilkelerinin ön planda olduğu bir yaşayış formudur. Böyle düşünüldüğü zaman toplum olmak demek doğanın bir parçası olup, onunla simbiyotik ilişki içinde olmak demektir. Yani doğanın kendisinden fayda görüldüğü gibi kendisine fayda sağlamayı ve ona saygı duymayı esas alan bir ilişki tarzıdır.
İnsan topluluklarının tarih içerisinde değerlerinin ve algılarının geçirmiş olduğu evrimi anlayabilmek için bunların zaman ve mekan olarak orijinine inmek gereklidir. Yüzyılımızın yakın zamanına kadar karanlık çağ olarak , bazı sosyalist öğretileri tarafından ise ilkel komünal çağ olarak adlandırılan bu zamansal orijin gerek arkeolojinin ve antropolojinin gelişmesi gerekse de sosyolojiye farklı bakış açılarının gelişmesiyle bu dönem daha çok ‘doğal toplum’ olarak en makul tanımlamaya kavuştuğunu söyleyebiliriz.
Konumuz gereği kültür, ahlak ve politika kavramlarının bu açıdan ele alınması bizlere bunlar hakkında daha bilimsel ve gerçekçi veriler sunacaktır.
Kültür, genel olarak insanların toplumsallaşma süreci içerisinde oluşturduğu maddi ve manevi değerlerin toplamı olarak tanımlanabilir. Canlılar dünyasında insan dışında diğer canlılar için zekanın varlığı tartışmalı bir konudur. Diğer canlıların zekasının olduğu varsayılsa bile insan türü için tartışmasız olan gerçek onun zekasını sahip olduğu bilinçle birleştirip kullanmasıdır. Yani bu kabiliyet sadece insan türüne ait bir özellik olarak bilinir. Buradan yola çıkarak insanların özellikle toplumsallaşma sürecinde her türlü bilinçli yaratımı ve bunlara biçtiği hem yapısal hem de zihinsel ve duygusal bütün olgular kültür kavramıyla tanımlanır. Öte yandan kültür kavramının salt bireyler üzerinden tanımlanması her zaman doğru bir tespit sağlamayabilir. Ancak bireyin toplumun bir bileşeni olarak ele alınması durumunda onun sahip olduğu ahlak ölçüleri, algı ve duygu dünyası, zihniyeti, doğaya, bilime, edebiyata, sanata bakış açısı o bireyin dolayısıyla bağlı olduğu toplumun kültürünü yansıtabilir.
İnsanlar sahip oldukları kültürel değerlerle toplumsallığa ilişkin bellek oluşturarak bunu sonraki nesillere aktarır. Böylece maddi ve manevi dünya için süreklilik sağlanmış olur. Bundan dolayıdır ki tarihte halklara yönelmiş bütün zorba sistemler fiziki saldırılarından daha çok kültürel olarak soykırıma yönelmişlerdir. Geçmişle kültürel sürekliliğinin sağlanmayan toplulukların varlıklarının da sağlanamayacağı gerçeği burada kendisini en somut şekilde açığa çıkarır.
Ahlak kavramı ise doğal toplum içerisinde toplum bireylerinin hem birbirleriyle hem de doğayla olan bütün münasebetleriyle birlikte bunların geleneksel hale gelmesini ifade eder. Kavramın temellendiği bu dönemde insanın toplumla ve doğayla bir çelişkisi olmadığı ve bir zor aygıt tarafından uygulanmadığı düşünüldüğünde ahlakın insanları bir arada tutan en temel değer olduğu görülebilir.
Politikayı, ortaya çıkış haliyle tanımlamak istersek eğer yaşamın vazgeçilmez maddi ve manevi her türlü değerlerini üretmek ve toplumsallığın her açıdan sürekliliğini sağlamak için örgütlü olarak yapılan bütün düşünsel ve pratik eylemler olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan türünün yeryüzündeki varlığının 2 milyon yıla dayandığı tahmin edilmektedir. Erken dönemler için doğaya hakim olmayan insanın ilerleyen zamanlarda doğanın yapısını yavaş yavaş çözmesi kendisi için hayatı daha yaşanılabilir kılmıştır. O dönemler için doğayı bilmek ve ondan yararlanmak aynı zamanda ona karşı saygının gelişmesi anlamına gelmektedir. İnsanların doğayla bu şekil tahakküm sömürü ve baskının olmadan yaşadığı ve ona derin anlamlar atfettiği bu uzun zaman dilimi doğal toplum dönemidir. İnsanlar sadece doğaya karşı değil aynı zamanda birbirlerine karşı da hem saygı hem de sorumluluk temelli ilişki içerisindedir. Bunun yanında ilk toplumsal örgütlenmenin olduğu klanlar toplum olmanın adeta kök hücreleri gibidir. Burada şekillenen ve yayılan bu yapı insanlık tarihi için çok derin bir anlama sahip olan ana kadın kültürünün yaratıldığı yerdir. Bu dönem kadının üretkenliği ve tahakküm oluşturmadan yaptığı öncü olma görevi toplumun özgür ruhunu pekiştirmiştir.
Hem maddi hem de manevi yaratımların toplamı olarak oluşturulan doğal toplum yaşayışı sağlam ahlaki olgulara dayanır. Doğayı ve insanı tanıyabilmenin vermiş olduğu avantajla tabii olguları yan yana getirip toplum çıkarına en iyi olanın yaratılmasıyla politika sanatının temelleri atılmıştır. Bu gelişme toplumun doğayla ve birbirleriyle daha uyumlu olmasını sağlamıştır.
Kadının üretme ve öncülük kabiliyeti biriken kültürel değerler, politik ve ahlaki olgularla birleşince bu durum neolitik devrimin hazırlayıcısı olur. Diğer bir tabirle tarım devrimi olarak adlandırılan bu dönem insanların yerleşik hayata geçmeye başladığı, dünyanın genel ikliminin ılımanlaşmaya başlamasıyla tarımın sistemli bir şekilde yapılmaya başlandığı, birçok hayvan türünün evcilleşmeye başlandığı dönemdir. Neolitik dönemde toprağın bereketinin keşfi ve sağladığı üretkenlik kadının biyolojik ve duygusal yönüne benzetilmiş olduğu için bu dönem kadına ayrıca başat bir rol vermiştir. Kadına yüklenen misyon topluluklar arasında köy, komün ve klan ekonomisinden tutalım da toplumun ahlak ölçülerinden politikaya kadar geniş bir kültürel oluşumun odağı olmuştur. Oluşan bu kültür insanın insanı ezmediği, sınıfsallaşmanın oluşuna engel teşkil eden, insan ve doğa arasındaki tahakkümü reddeden bir anlayışa dayanır. Dolayısıyla oluşan bu yaşayış şekli birçok toplumsal değerin yaratılmasına imkan sağlamıştır.
Uzun üretkenlik süreçlerinden ve toplumsal tecrübelerden sonra zaman içerisinde oluşan ve daha çok erkek zihniyetinde büyük değişmenin sebebi olarak görülen analitik zekanın öne çıkmasıyla beraber kadının doğurganlık, eşitlikçi ve üretkenlik değerlerine alttan alta saldırı dalgaları baş göstermiştir. Neolitik devirde kadının gözden düşürülmek için sürdürülen bu yönelim zamanla devrin sahip olduğu kültürel birikimlerine ve ahlak prensiplerine açık ve büyük bir saldırıya dönüşmüştür. Bu dönem uzun bir tarihsel süreci kapsar. Sonuç olarak kadının ürettiği birçok değer erkeğin egemenlik savaşı karşınında yitip gitmiştir. Artı değer üretiminin amaç haline geldiği ve özel mülkiyetin sistemleştiği bu yeni sistemde kölecilik sistemi açığa çıkmış ve devletli sistemin ilk nüveleri oluşmuştur.
Neolitik devrin kapanması ve devletli sistemin oluşması toplum açısından büyük bir yıkım olmasına rağmen bu durum hiçbir zaman nihai ve kabullenmiş bir durum olarak kabul edilmemiştir. Toplum, tarihin her döneminde doğal toplumun ahlaki ve kültürel değerlerini bağrında taşımış ve bunun savunucusu olmuştur. Bu durumu günümüz kapitalist sistemin sömürüsü altında yaşayan halklarda da görmek mümkündür. Bunun bir nedeni de devletli sistemin bütün ömrünün insanlık tarihi karşısında sadece yüzde iki gibi az bir dilime sahip olmasıdır. Doğal toplumun insanlar üzerindeki etkisinin hala çok yeni ve sıcak olduğunu söylemek mümkündür.
Devlet sistemleri kendilerini kurumsallaştırıp zorbalıklarını arttırdıkları oranda halkların doğal toplum değerlerini savunma refleksleri de benzer şekilde artmıştır. Tarih tünelinde insanların bu şekilde zorbalığa karşı sayısız başkaldırısının olduğu söylenebilir. Bu başkaldırılar tarihin belli kesitlerinde yer yer devrimle sonuçlanmıştır. Toplumun direniş kültürünün gelişmesiyle her dönem egemen sistemlerin toplumu doğal özlerinden koparıp sadece egemenlere biat eden biyolojik bir aygıta çevrilme gayesi bu sayede duvara çarpmıştır. Tarih içerisinde oluşan direnişler ve yaşanan devrimler doğal toplum değerlerinin yaşatıldığı sürekli bir sistemin oluşmasını sağlamamış olsa bile bu mücadeleler tarihinde oluşan yeni kültür ve ahlaki- politik ilkeler toplumsallığın yeniden yaratılması için umut kaynağı olmuştur. Neolitik dönem yenilgisinden ta günümüze kadar bu kültür, ahlak ve politik bilinç olgusu günümüze kadar geliştirilerek gelmiştir. Bununla birlikte zorba sistemler toplumun bu direniş kültürünü sönümlemek ya da yok etmek için yine kendi araç ve yöntemleriyle büyük saldırı içerisinde olmaktan kaçınmamışlardır. Günümüz koşullarında da bu saldırılar hem maddi hem de manevi koldan daha kapsamlı olarak devam etmektedir.
Tarih içerisinde kültürel değerlere yönelik saldırılar kesintisiz devam edegelmiştir. Fakat en yoğun saldırılar hangi dönemde oldu diye sorulursa bunun cevabı kuşkusuz kapitalist modernite sisteminin olduğu söylenebilir. Kapitalist sömürü sisteminde insan topluluklarının önceki dönemlere göre daha örgütlü karşı çıkışları geliştirmesi sayısız devrimin doğurucusu olduğundan bahsetmiştik. Bu devrimler oluşum aşamasında belli prensiplerin öncü gücü olup halklar adına büyük umutlar ve derin bir kültürün pekiştiricisi olmuştur. Devrimlerin oluşum aşaması ve geliştirilmeye çalışıldığı aşama kapitalist sistem için kabul edilmeyen bir durum olarak karşılanmıştır. Bundan dolayı kapitalist modernite, kendi döneminin karşıt ideolojisi olan sosyalizmin dünya üzerindeki etkisinin silinebilmesi için akla hayale gelmeyecek sayısız saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırılar içerisinde askeri yöntemleri bir tarafa koyarsak eğer üzerinde durmamız gereken en önemli nokta kapitalist sistemin ürettiği ideolojik saldırılar olmalıdır.
Sosyalist ideoloji karşısında kapitalist sistemin insan ve toplum dışı tüm yapısının teşhir edilmesi toplumu eşitliğe ve özgürlüğe dayalı temel ahlaki ve kültürel değerleri daha fazla talep edebilme noktasına getirmişti. Bu durum kapitalist sistem için ciddi bir krizin oluşması demek idi. Talep edilen şeyler kapitalizmin varlık gerekçesini ortadan kaldırabilecek istemlerdi. Bu durumda sömürücü sistemin bütün aktörlerinin odaklandığı tek nokta kapitalist sistemin kurtarılması için nasıl tavizlerin verilebileceği sorunuydu. Uzun bir tartışma sürecinden sonra sosyalizmindeki sosyal yaşayış olgularının bir çoğu kopya edilerek bunların kapitalist sistem içerisinde yaşatılabileceğini öngören bir akım oluşturuldu. Bu akıma liberalizm denilecekti
Kapitalist modernite, liberalizmi genel olarak bireysel özgürlüğün yanı sıra bireyin ekonomik güçler arasında özgür yarışmasını esas alan, devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere karışmamasını isteyen siyasal ve ‘ekonomik’ bir öğreti olarak tanımlar. Bu tanıma göre liberalizm, ifade, inanç, basın özgürlüğü, ekonomik ve siyasi özgürlük, hukukun üstünlüğü, özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi gibi fikirleri desteklediği söylenir.
Büyük bedel ve özverilerle açığa çıkan sosyalist zaferin zaman içinde özgür olması gereken toplumun ahlak prensiplerinden büyük ölçüde kopup kültürel dejenerasyon yaşamaya başlamasıyla toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma geldi. Bürokratik yozlaşmayla beraber pekişen iktidar anlayışı eşitlik ve özgürlük talep eden toplum yapısıyla doku uyuşmazlığı yaşaması reel sosyalizmin çözülüşünü kaçınılmaz hale getirdi. Bu durum aynı zamanda liberalizmin nihai zaferi olarak algılandı.
Liberalizm, kapitalizmin güdümü altındaki halklar üzerinde adeta kollarını sıvayarak yeni bir toplum mühendisliğine girişti. Sosyalizmin kamusal alanda yarattığı kurumlaşmalara benzer ‘hizmet’ alanları oluşturup, düşünce, sanat, ekonomi ve örgütlenme özgürlüğü alanında her türlü serbestliği yaratımcısı olarak kendisini pazarlıyordu. Liberal akım işi, eşitliğin , özgürlüğün ve bunlara bağlı ahlakın ve kültürün yaratıcısı kendisiymiş gibi sloganik propaganda yapmaya kadar götürüyordu. Kapitalist modernitenin bir tür restorasyonu olan liberalizm, bu söylemlerin kısmen karşılığı olan kamusal alanın oluşmasının yanında sömürü gerçeğinin de hız kesmeden devam ettiği gerçeği toplumun algılarında büyük karmaşalar yaratmıştır. Bu karmaşa beraberinde kapitalist modernitenin devasa denebilecek kültürel yozlaştırma savaşına dönüştürülmüştür. Savaşın en büyük propagandası toplumda bireyciliğin ön plana çıkarılmasıyla ilerlemenin olacağı şeklindeydi. Yani bir birey ne kadar kendini düşünür ve azimli olursa sistemin onu o kadar yükseltebileceği savıydı. Aynı zamanda birey bir ekiple de iş görebileceği, ancak bu grup için aşılmaması gereken sınırlar bunun için ön şart durumundaydı. Kısacası liberal sistem içerisinde yaratılmak istenen en önemli şey toplum olma ahlakını yitirmiş bencil bireylerin yetişmesiydi.
Liberal sistemde yaşayan halklara dayatılan bu anlayış derin bir kültürel aşınmayı da beraberinde getirmiştir. Bu durum kendisini en çok da tüketim-meta ve kültürel tahrife dayalı indirgemeci olarak ele aldığımız şekliyle açığa çıkarır. Bu noktada liberalizm kendi propagandasını yaparken bunu gerçek toplumsal değerlerleri kullanarak yapar. Ayrıca bu değerleri ürettiği metalar için reklam malzemesi yaparak hem toplumda bu değerlerin temsilcisinin kendisiymiş gibi sahte özgürlük duygusu yaratır hem de öz değerlerin kavramsal olarak içini boşaltma amacı güder. Sonuç olarak yaratılmak istenen şey toplumsal değerleri, kendi ürettikleri metaları tüketmek amacıyla çarpıtmak ve kendi ‘kültürel’ inşasını sağlamaktır. Bu durumu günlük yaşamımızdan bazı örneklerle kısmen açığa çıkarabiliriz. Mesela, zaman zaman anneler gününe ilişkin reklam filmlerini hepimiz izlemişizdir. İşlenen reklamda bütün annelik ve kadın değerleri ustalıklı bir sahtekarlıkla dillendirilir, konunun sonunda ise o güne ilişkin annelere alınması için bir ürün pazarlanır. Ya da yardımlaşma ve dayanışama kültürüyle ilgili yoğun söylemlerden sonra yine ustalıklı yapılan duygu sömürüleri sonucunda güdümlü bir kuruluşun reklamının yapılarak insanların sempatisi kazanılmak istenir, sahte tatminkarlık duyguları yaratılır. Bir diğer örnek ise ekolojiye duyarlı grupların desteklenmesi ama o grubun mensup olduğu kuruluş için çizilen sınırların dışına çıkılamaması olarak verilebilir. Liberalizmin kimlikler, inançlar, ekosistem, emekçiler,gençler ve kadınlar… üzerine uyguladığı ve cenderesine almak istediği kültür(süzlük) ayrıca ele alınması gereken toplumsal bir sorun haline gelmiştir.
Sonuç olarak, kültürel ve ahlaki değerlere hiçbir dönem bu denli büyük ve kapsamlı bir darbe indirilmemiştir. Liberalizmin kendi yarattığı kültür ve ahlak anlayışı toplumsal öz kültürünün ve ilkesel ahlakının en büyük düşmanı haline gelmiştir. Salınan zehir toplumun en küçük hücrelerine kadar sirayet edilmek istenmektedir. Bu durumun en can yakıcı yönü ise bundan neredeyse her kesimin etkilenmiş olmasıdır. Öyle ki mevcut durumdan rahatsızlığını dile getirip mücadele eden kesimlerin birçoğu bile bu anlayıştan nasibini almıştır. Somutlarsak eğer, rahatına düşkün, tüketim kültürüne teslim olmuş,duruma göre bireyci pozisyon alan, bireysel menfaatlerini ön planda tutan,kolektivist kültürden uzak, kariyerist, değerleri kendisine göre yorumlayan ve tüketen, iktidar olgusunu aşamamış her pratiğin sahibi her anlayışı, kapitalist modernite sistemine itiraz eden bir tutuma sahip olmuş olsa bile sahip oldukları mevcut durum liberalizmin yarattığı sahte kültürden ve ahlaktan nasibini fazlasıyla almıştır.
Geniş toplum yığınlarının zora dayanarak ahlaki dönüşümlerini sağlamak olanaksızdır. Zira ahlakin zora dayanmayan toplumsal kural olduğunu söylemiştik. Dini ve bazı aydınlanma hareketleri bu yöntemlere başvurarak oluşturmak istediği ahlak anlayışı tabulara ve iktidar anlayışlarına dönüşmüştür. Bu ahlakin geliştirilmesi bir yana var olanında tüketilmesi durumunu yaratmıştır.
Toplumların kendi haline bırakılmasıyla egemen- ezilen ilişkisi içersinde yaşanan kültürel ve ahlaki yozlaşmanın kendiliğinden fark edilecek duruma gelmesi ve buna karşılık bir çıkışın sağlanmasını beklemek tek kelimeyle hayalciliktir. Tarih boyunca egemen ve ezilen arasındaki çelişkiler toplumun bağrından çıkmış öncüler vasıtasıyla dile getirilmiş ve mücadeleye dönüştürülmüştür. Dolayısıyla günümüz sömürü ilişkilerinde yaşanan ahlaki ve kültürel yozlaşmaya set çekebilecek öncülükler özellikle liberalizmin yarattığı hastalıklara karşı koruyucu tedbirler alması gerekmektedir. Bu da yaşamın her alanında ahlaki-politik bir tutumun sahibi olmakla sağlanabilir. Toplum bu tutum karşısında beş bin yıl önce yitirdiği ancak sıcaklığını henüz kaybetmediği doğal toplumun ahlaki-politik ve kültürel değerlerini daha ateşli savunucusu haline gelebilir. Bu açıdan özgür yaşamın temel alanı olan kültür ahlak ve politika üçgeninin alanı genişletilerek toplumlar için yeni bir sayfa açılabilir.
Bir zamanlar kapitalizmin reel sosyalizm karşısındaki galibiyetini ‘tarihin sonu ‘ olarak gören anlayış, kapitalizmin bugün girdiği krizden çıkabilmenin yollarını kapitalizmin kendi yasalarını toplumun özgürlük istemleriyle kararak yani hem kapitalizmin hem sosyalizmin değerlerini içeren ve liberalizmi de aşan yeni bir sistem inşa etmek istendiği söylenmektedir. Bu duruma fırsat vermemek adına ahlaki ve politik bir toplum yaratmanın en önemli yolunun bireysel ve toplumsal yaşamda mütevazi bir şekilde doğal toplumun temel değerlerini ilkesel olarak yaşamsallaştırmaktan geçtiğini görmek gereklidir.
Deniz Yurtsever