KENTLEŞME

KENT-KENTLEŞME-KENTLİLEŞME

Kendisinden sürekli şikayetçi olduğumuz ama aynı zamanda da neredeyse kopamayacak düzeyde bağlar geliştirdiğimiz bir olgu olan kent, üzerine epeyce düşünmemiz gereken, tartışmamız gereken ve esasen tahlil etmemiz gereken bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Umuyorum ki bu yazı okuyanlar nezdinde kente ilişkin bir tartışmanın zeminini yaratır. Öncelikle ‘kent nedir, ne zaman var olmuştur, tarihsel süreçte hangi aşamalardan geçmiştir?’ sorularına bir cevap aramak gerek.

KENT NEDİR?

Kent, bir çok kent bilimcisi tarafından farklı tanımlanmıştır. Örneğin; Kent bilim terimleri sözlüğünde kent; Sürekli  toplumsal  gelişme  içinde  bulunan  ve  toplumun, yerleşme,  barınma,  gidişgeliş,  çalışma, dinlenme,  eğlenme  gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az  kimsenin tarımsal uğraşlarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi’ olarak yer alır.

Louis Wirth kentleşmeyi sadece dışsal mekân olarak ele almamıştır. Kentin özellikleri için “Sosyolojik açıdan kent, göreceli olarak büyük, yoğun ve toplumsal olarak heterojen bireylerin sürekli yerleşim yeri olarak tanımlanabilir.” diyerek tanımlamıştır.

Max Weber; kenti üretici ve tüketici olarak iki tipte ele alır. Sakinlerinin ekonomik açıdan soyluların hane halklarının satın alma gücüne bağımlı olduğu prensin şehri gibi, daha fazla sayıdaki tüketicinin (örneğin, rant gelirleri sahiplerinin) satın alma gücünün yerleşik esnaf ve tüccarların ekonomik fırsatlarını belirlediği  şehirler vardır.  Gelirlerinin  türü ve  kaynağı  bakımından  daha büyük tüketici kitlesi, hayli farklı tiplerde olabilir. (…) Genel tüketiciler, işinden elde ettiği gelirleri (bugün esas olarak bono faizleri ve hisse  senedi gelirleridir) şehirde  harcayan rantiyeciler  olabilir. Tüm benzer durumlarda, kentsel oluşum biçimini, bir tüketici şehri  olarak  tanımlayabilirsiniz. Çünkü  özel  bir  ekonomik  karaktere sahip bir büyük  tüketici grubunun  yerleşik varlığı, yerel esnaf  ve tüccar için hayati ekonomik önemdedir”

“Bunun tam  tersi  bir  biçim  ise üretici  şehri tarafından sunulmaktadır.  Şehirde nüfus ve satın  alma gücündeki artış,  fabrikaların, imalatçıların ve yabancı ülkelere arz edilen hazırlık endüstrilerinin  söz  konusu şehirde  konumlanmış olmasına  bağlanabilir.  Ya da mahallin zanaatkâr ve tüccarları, mallarını uzaklara gönderebilirler. Weber, bu iki tipte değerlendirmesiyle bir bakıma sanayi öncesi ve sonrasına ilişkin kentlerin evrimini de ortaya koymuş olur.

Kente ilişkin tanımları örnekleriyle çoğaltmak mümkündür. Ben bütün bu tanımların yanında kenti, L.Wirth’e daha yakın durarak ‘herhangi bir ortaklık olmaksızın bir arada yaşayan birey ve toplulukların ilişkileri bütünü’ olarak ele alacağım.

KENTLERİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

Paul K. Hatt ve Albert J. Reiss ‘Kentsel Yerleşimlerin Tarihi’ nde ilk kent oluşumlarına dair ‘Kentlerin tarihte ilk olarak ortaya çıktığı dönemi saptamak güçtür. Kentlerin ilk olarak MÖ 6000 yıllarında belirmeye, MÖ 4000 dolaylarında da tam olarak kendisini göstermeye başladığı söylenebilir. Bu ilk kentler doğal olarak küçüktü; belki de yerleşik köy ve kasabalardan çok az farklılık gösteriyordu. Bu kentlerin boyutlarının küçük olmasının görünür nedeni, tarımın veriminin düşük, uzun mesafeli ulaşımın maliyetinin de fazla olmasıydı. Tarımda verimlilik artışının daha çok nüfusun bir arada toplanmasına olanak tanıması, demir alanındaki metalurjik buluşların, tarımsal makine teknolojisinin ve bu alandaki gelişmelere bağımlı olan ulaştırma teknolojisinin ilerlemesini gerekli kılmıştır.’ tespitinde bulunmuşlardır. 

Weber, Batı kentlerine ilişkin araştırmalarının sonucunda, geçmişteki kentlerin büyük bir kısmının özellikle antikçağ ve ortaçağda bir kale içinde askeri garnizon olarak var olduğu tespitiyle askeri etkilerin kentlerin oluşumunda etkili olduğu savını öne çıkarır. Buna karşın Bookchin; ilk yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük’de bulunan anıt mezarlardan yola çıkarak; kentlerin yükselişi, tahıl ekiminin, sabanın ve evcil hayvanların “keşfi” ile değil, anıt mezarlar, kültsel uygulamalar ve doğalcı semboller yönünden zengin tapınaklar yardımıyla gerçekleşmiş olmalıdır” der Kentsiz Kentleşme’de. Her iki savın da desteklenebilir olduğu gerçeğiyle hareket edersek kentlerin oluşumuna dair tek bir sebep sonuç ilişkisi kurmak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Hangi sebeple olursa olsun kentlerin doğuşunun toplumlar tarihi açısından büyük gelişmeleri yaratan ana etken olduğunu söylemek mümkündür. İlk büyük kentlerin kurulduğu Nil vadisi, Mezopotamya’daki vadiler, Akdeniz kıyılarında kurulu kent topluluklarının birbirlerinin gelişimine ve bununla beraber üzerlerinde yaşayan toplulukların gelişimine önemli etkisi olduğu söylenebilir. Gordon Childe, Nil vadisi tarımsal anlamda verimli olsa da yapı için gerekli olan taştan, keresteden maden cevherinden yoksundur. Sümer kentlerinde de benzer durum söz konusudur. Bu durum fazla olan ürünün karşılığında, yoksunluk yaşanan ürünün takasını, ticaretini başlatmıştır der Kendini Yaratan İnsan’da. 

…verimli ovalar ve ırmaklar boyu düzlük alanlarda, toprağı sel sularından kurutmak, tarlaları sulamak, yerleşme alanlarını korumak için sosyal örgütleri birleştirmek ve ekonomik hammaddeleri sağlamak için de Mısır, Sümer ve İndüs havzasında yaşayanlar bir  tür  düzenli  ticaret  ve  takas  yöntemi  kurmak  zorundaydılar. Toprak verimli olduğunda, gerekli malları rahatça ithal edebiliyorlardı. Ama buna karşılık ekonomik yeterlilik elden gidiyor ve yeni bir ekonomik yapı  oluşuyordu.  Köylünün kendi ürettiği besinden artan  bölüm  yalnızca  gerekli  mallarla  değişmekle  kalmıyor,  bu malları  getiren tüccar  ve  taşıt  işçileriyle,  gelen malları  kullanıma hazırlayan zanaatçıların da bu artık üretimle geçinmesi gerekiyordu. Çok geçmeden de götürülüp getirilen malları koruyacak askerler, giderek çetrefilleşen alışverişleri kaydedecek yazıcalar, çatışma ve  çelişmeleri  çözümleyecek  resmi  görevliler  de  gerekecektir’ (Childe-Kendini Yaratan İnsan)

Oluşumundan sonra doğal bir büyüme sürecine giren kentler, askeri ve iktidar erkin gelişimiyle düzenlenmeye başlamış ve ilerleyen süreçlerde(M.Ö 1500) Doğuda Sümerler, Babiller, Batıda Yunan kent devletlerinin oluşumunu sağlamıştır. 

 

KÜRDİSTAN’DA SON YÜZYILDA KENT(Lİ)LEŞME 

Tarihsel olarak değindiğimiz, kentlerin gelişim sürecinin aynı zamanda merkezlerinden biri olan Kürdistan-Mezopotamya son yüzyılda önemli süreçlere tanıklık etmiştir. 1.Dünya Savaşı sonrası Mezopotamya ulus devletlerin temel paylaşım sahası olmuştur. Ulus devletlerin bu paylaşımı sonrası Kürdistan’da yaşayan halkların kendi kentlerini yaratması ve ya kentleri üzerinde bir politika belirleyecek yönetsel mekanizmaları oluşturma şansları olmamıştır. 1.Dünya Savaşı sürecinde Ermeni-Süryani-Keldani topluluklar, sonrasında da Kürtler çok ağır katliamlar, soykırıma varan uygulamalarla karşılaşmış, dolayısıyla bir çok alanda yüzyılların kültürel, sosyal, ekonomik birikimlerini de kaybetmişlerdir. Tarım toplumu olarak kır yoğunluklu bir yaşam süren Kürtler, bu katliamlar silsilesiyle birlikte kent merkezlerine entegre olmaya başlamışlardır. 1950’lere kadar ağır ağır ilerleyen ve temelde kültürel soykırım-asimilasyon politikalarıyla ezilen Kürtler, şark ıslahat planı ve akabinde 1950’den sonra devletin tarım politikalarının kır yaşamına olumsuz etkileri, gelişen sanayi ve sanayide açığa çıkan iş gücü ihtiyacının temel kaynağı olarak Kürtlerin kullanılması arzusu, Kürtlerin sadece kırdan kentlere göçünü değil aynı zamanda da kendi kentlerinden sanayi merkezlerine göçünü hızlandırmıştır. 1980-2000 aralığındaki 20 yıllık süreçte 12 Eylül askeri darbesi, 1984’te fiili olarak başlayan çatışmalı süreç, 1988-89’dan başlayarak geliştirilen zorla yerinden etme/köy boşaltma politikaları, kent merkezlerine büyük bir nüfusun yığılmasına neden olmuştur. Kısaca anlattığım bu süreçlerin etkisiyle kent ve kır/köy arasındaki ilişki bozuluma uğramıştır. Kendi doğal evriminde gelişmeyen bir popülasyon oluşmuş, dolayısıyla hem sınıfsal hem kültürel olarak büyük bir yabancılaşma gelişmeye başlamıştır. İstatistiklerle desteklersek 1927’de toplam nüfusa oranla %24,2 olan kent nüfusu, 1950’de %25, 1980’de %43,7, 2000’de %64,9 olmuştur. Dünya Bankası verilerine göre 2020 yılında bu oran %76’dır. Dünya ortalamasının bugün bile %50 seviyelerinde olduğunu göz önünde bulundurursak, anomaliyi görmek daha kolay olacaktır.

Dünya Bankası verilerine dayanan bu grafikte de görüleceği üzere 1980 sonrası Türkiye’nin kent nüfusunda anormal bir sıçrama görülmektedir. Kır nüfusunun doğurganlık hızının kente göre daha yüksek olmasını da değerlendirirsek bu tablonun sebebinin göç olduğu aşikardır.

Kent merkezlerinde birden bire büyüyen bu nüfusun hem kendisinin bir bozuluma uğraması hem de kendisiyle beraber yapısal olarak kentleri bozuluma uğratması kaçınılmazdır. Kürdistan’ın ve Türkiye’nin hemen bütün kentlerinde hızla büyüyen gecekondu mahalleleri, kentlerde gettolar yaratmış ve kent içi sınıfsal bir çatışmanın da zeminini hazırlamıştır.

Louis Wirth;  ‘Belirli bir alanda ikamet edenlerin sayısı belirli bir sayının üstünde hızlı artarsa kent (o alan) ve orada ikamet eden insanların birbirleriyle olan iletişimi bundan etkilenir. Kent nüfusunun artmasıyla bireyler arasındaki heterojenlik de artar. Akraba ve komşuluk ilişkileri farklılıklar yüzünden yok olma derecesindedir. Kentte yaşayan insanlar kırda yaşayan insanlara göre yaşamsal ihtiyaçlarını giderebilmek için daha çok insana ihtiyaç duyarlar. Kalabalık gruplara dahil olurlar, gruptaki bazı kişilerle bağımsızlardır. Böyle ilişkiler samimi değil ve geçicidir. Kentlerde bireylerin birbirlerini kişisel olarak tanıyabilme ihtimalleri azdır. Bireyler arasında hiçbir kan bağı olmadığı için birbirlerini çıkarlarına ulaşmak için aracı olarak görebilirler. Aracı olarak kullanılan taraf fark ederse o kişiden kolay uzaklaşabilir ama kan bağının olduğu biriyle aynı şeyleri yaşasaydı bağını koparmak daha zor olabilir. Bireyler geleneksellikten sıyrılıp özgür düşünceleriyle yeniden norm ve değerler ortaya koyarlar. Kentte yaşayan topluluğun kırda yaşayan topluluğa göre meslekleri, ilgi alanları, giyim tarzları, kültürleri, damak zevkleri, kişisel özellikleri ve bir olaya bakış açıları daha çok çeşitlidir. Bu konuda coğrafi konum, ekonomi, ırk ve bireylerin rengi beğeni arzusunu ve önceliklere yön verdiği için oldukça etkilidir. Kentlerdeki nüfusun artışı insanlar arasındaki iletişimi zayıflattığı için ahlaki kontrol de azalır. Çünkü insanlar birbirine “yabancı” olduğu için müdahale edemezler.’ der Kentlerin Özellikleri’nde.

Wirth’ün bu belirlemesinden yola çıkarak Amed kentinden gündelik bir örnekleme yaparsak; 2000 öncesi Amed’de yaşayanlar, görenler hatırlar, köy evlerindeki eyvanlarını kent merkezindeki konutlarda bulamayanlar bu duruma çözüm olarak apartman hollerini kullanmaya başladılar. Kürt köylerinde ev tipolojisinin ana öğelerinden biridir eyvan. Eyvan, Türk ev tipolojisindeki ‘sofa’ ile aynı mantıkla bütün mahallerin kapılarının açıldığı alandır. Yalnız arada çok temel, iklim etkisiyle ortaya çıkmış bir fark vardır. Eyvanın 2 çıkış kapısı vardır ve yönlendirme büyük çoğunlukla kuzey-güney aksındadır. Bu yapı kurgusu, 2 kapı açıldığında eyvanda bir serinlik yaratır. Evin başkaca ne kadar büyük odası olursa olsun, temel yaşam alanı eyvandır. Ya da mimari terminolojiyle ‘yaşama+yemek’ holüdür. Kentlerde apartman holü nasıl eyvana dönüştü? Karşı karşıya oturan 2 komşu evin, kapılarını ve pencerelerini karşılıklı olarak açması ve apartman holüne bir kilim sermesiyle Amed sıcağında gayet serin bir yaşama alanı yaratılırdı. Bu durumu bugün görmek neredeyse imkansızdır. Hatta komşunun kapısının açık olması, rahatsızlık uyandıran bir duruma evrilmiştir.

Bir çok kişi tarafından bu bozulumun başat sebebi olarak, yapılaşma tarzı ya da imarı öne sürülür, oysa ki kavram olarak kentlileşme, aslında bu bozulumun kendisidir. ‘Kentleşme akımı sonucunda toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde, değer yargılarında, tinsel ve özdeksel yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratması sürecine kentlileşme denilmektedir.’ Kentbilim terimleri sözlüğü. Kentler, yaşam dinamikleri açısından kırdan büyük farklılıklar taşır. Her ne kadar bireyciliği dayatsa da aslında, kente dair yapılan her iş ve değişiklik kentte yaşayanları bir bütün olarak etkiler. Yani zorunlu bir bağımlı olma halini de dayatır. Örneğin; Amed’de ve Türkiye’nin hemen hemen her kentinde bir yapılaşma biçimi olarak uzun yıllardır gelişen siteleşme, bir çok olumsuzluğu içinde barındırmakla beraber kentsel yaşamın gereksinimlerini de karşılar niteliktedir. ‘güvenlikli’ konfor alanları yaratma iddiasıyla oluşturulan siteler, bugün neredeyse bütün kentliler tarafından kabul görmüş ve öncelikli tercih edilen yapılardır. Bunun sebeplerini iyi irdelemek gerekiyor. Kentliler neden küçük koloniler halinde yaşamayı tercih ediyor. Birkaç örneklemeyle gündelik ihtiyaçlara ilişkin sebepler sunabiliriz. Örneğin, site bahçelerinin dışa kapalı ve sosyal donatılar barındıran alanlar olması, sitedeki konut sayısının fazlalığı sayesinde hane başına düşen giderlerin azalması, sokakla doğrudan bir ilişki geliştirilmediği için insanların kentle ilişkisini sınırlaması, başlıca tercih sebepleri. Yani aslında insanlar kent içerisinde, kentle bağlarını zayıflatma arayışı içerisindeler. Ve bu bir ortak amaç. Bunun yanı sıra kentler en temelde ticaret merkezleridir. Günümüzde gelişen yapı teknikleri ile beraber rahatlıkla söyleyebiliriz ki imar/inşa faaliyetleri kent ekonomisinde çok önemli bir yer tutuyor. Ve bu inşai faaliyetlere ilişkin politikalar, gerek yerel yönetimler eliyle, gerek merkezi yönetim eliyle gerçekleştirilsin, kent içerisinde sınıfsal gelişmeleri yaratan başat etken konumundadır. Dolayısıyla bu politikaları iyi değerlendirmek ve ona göre belirlemek gerekiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi atılan en küçük adımın bile binlerce insanın ekonomik, sosyal, kültürel pozisyonunu birer zincir halkaları şeklinde etkilediğini bilmek gerekiyor. Yine Amed özelinde bir örnekleme yaparsak; imar planlarında 2000’lerin ortalarında başlayan düzenlemelerle oluşturulan büyük parseller, kentin bütün dinamiklerini değiştirmiş durumda. Büyük parsel, büyük inşaat demek çünkü. Büyük inşaat, büyük sermaye, büyük sermaye de tekel demek. Somutlarsak; büyük bir parselde inşaat yapılacaksa öncelikle o inşaatı karşılayacak güce sahip bir müteahhitte ihtiyaç var. Sonrasında bu inşaatı yapacak taşeron ekiplerinin ekonomik olarak güçlü olmasına ihtiyaç var. Bu inşaatın yapımında kullanılacak malzemeleri temin edecek güçlü esnaflara ihtiyaç var. Bütün bu ekonomik olarak güçlü olma zorunluluğu 15 yıllık pratiğin sonucunda, büyük arsa zenginleri, büyük müteahhitler, büyük taşeronlar ve büyük esnaflar yarattı. Bu belirli bir zümreyi kapsayan büyüme, büyüyemeyenlerin de daha fazla zayıflamasına yol açtı. Bugüne kadar sınıfsal bir çatışmanın ya da çelişkinin yaşandığına tanık olmadığımız Amed, artık böyle bir çatışmanın zeminini yakalamış durumda. 

Kültürel olarak büyük bir saldırı altında olan Kürt kentlerinde, çözülme, yozlaşma da haliyle artmaktadır. Gelinen noktada orantısız büyüyen Kürt kentlerinde biraradalığı ve ya Wirth’ün sözünü ettiği ahlaki kontrolü sağlamaya yetecek tek araç ideolojik/politik bilinç düzeyidir. Politik bilinç ve fikirsel düzeyde benzeşen insanların komşuluğu, arkadaşlığı söz konusu olabilmektedir. Bunun dışında kent yaşamı içerisinde bir ortaklık kurulamamaktadır. Bugün bile aynı sitede ve ya apartmanda yaşayan insanlar, birbirleriyle iletişim kurmak için politik olarak benzerliklerini ön plana koyarlar. Bu da bizlere gösteriyor ki örgütlülük, her zamankinden daha fazla ihtiyaç. Örgütsüz toplum, devleşen kentlerde çürümeye mahkumdur.

Ahmedê Sılivî

Yazılarınız için [email protected] e-posta adresine e-posta gönderebilirsiniz